Nobel Ödülü Bize (Dize) Geldi

Nobel Ödülü Bob Dylan’ın uzaktan akrabamız olmasından ötürü bize gelmişmiş.

Bizim kadar ikiyüzlü millet var mı çok merak ediyorum. Nobel Ödülü benzeri uluslararası etkinlikleri, spor karşılamalarını falan analiz ettiğinizde karşınıza dört farklı evre çıkıyor:

1.Evre: Nobel Ödülü için Adaylar Arasındayız (Umutlanma)

Bu ilk evre, genel olarak adaylar açıklanmadan önceki, kısa süreli bir döneme denk geliyor. İlk iş olarak dedikodu ve kulaktan dolma bilgilerle, bu yıl falanca sporcunun ya da filanca yazarın büyük ödüle çok yakın olduğu yazılıyor. Bizim şişirme ve yalan habercilik konusunda uzmanlaşmış gazetelerimiz (neredeyse hepsi) bu tür dedikoduları gerçekmiş gibi aktararak, kendileriyle birlikte halkı da bu yalana inandırıyorlar. Bu evrede herkes ödüle çantada keklik, şampiyonluğa garanti gözüyle bakıyor.

2.Evre: Satılmış Nobel, İşbirlikçi UEFA (Küfür Kıyamet ve Karalama)

İlk evre manik dönemse, bu evre de depresif dönem olarak düşünülebilir. Dolduruşa gelmiş ve olimpiyat İstanbul’a, Nobel bize, Oscar Türkiye’ye gibi yalanlarla coşmuş kitle, gerçeklerle karşılaşınca bunu bir türlü kabullenemiyor. Bir hafta önce övgüler düzülen ödüller bir anda karalanmaya başlanıyor. Masa başı numaraları, hakem oyunları ve uluslararası güçlerin üçkâğıtları arasında gazeteler bok atmaya, kamu yöneticileri yabancı kurumlar için ‘satılmış’, ‘kanı bozuk’ gibi ifadeler kullanmaya başlıyor ve halk başarısızlığın nedenini bu tür numaralara bağlayarak kendini rahatlatıyor. Bu dönem içerisinde yenilgi kesinlikle kabullenilmiyor ve halkın büyük çoğunluğunda hakkımızın yendiği görüşü hâkim oluyor. Bu dönemde en çok kullanılan sözlerden birisi: ‘Türkün Türkten Başka Dostu Yoktur’.

3.Evre: Nobel’den, Ödülden ve Nobel Ödülünden Ayrı Ayrı Özür Dileriz (Yanlış Anlaşıldık)

Bu evrede insanlar ilk şiddetli tepki dönemini atlatmış ve biraz sakinleşmiş durumda. Kamu yöneticileri ettikleri lafların ağırlığı nedeniyle bir süre yabancı ülkelere gidemiyorlar ancak bu dönem de diğerleri gibi geçici. Gazeteler iki ay öncesine kadar yalayıp, sonradan karaladıkları ödüller hakkında yeniden övgü dolu başlıklar atmaya başlıyor. Yöneticiler ya özür dileyerek, ya ‘ben öyle demedimdi, aslında şöyle dedimdi’ diyerek kıvırıyor. Bu dönemde halk da bayrak yakma ve ana avrat küfretme döneminden çıkıp olayları yaşanan kötü bir hatıra gibi geçmişin derinliklerine gömüyor. Elbette kimse “Ulan yavşaklar düne kadar böyle diyordunuz, siz ne ayaksınız lan?” diye hesap sormuyor.

4.Evre: Nobel Ödülü Bizim (Kazananla Akraba Çıkmak)

Son evrede ise önceki tartışmalar tümüyle unutuluyor ve büyük ödülü kim kazandıysa onun aslında Türk olduğu kanıtlanmaya çalışılıyor. Gazetelerde “Falancanın Anasının Örekesi 1835 Yılında Türkiye’den Gönderilmiş”, “Dedesinin Ninesinin Kayınçosu Kağızmanlıymış” gibi haberler çıkmaya başlıyor. Tabii ki buradaki asıl merak konusu, ödülü kazanan kişinin yapıtları değil yedi kuşak geriye giden akrabalık ilişkileri.

Benim ortaokuldayken bir arkadaşım vardı. Bu bir kıza âşık olduydu ama platonik, gidip de kızla konuşacak cesareti yok. Zaman içinde bizim avanak, kız da bundan hoşlanıyormuş gibilerinden hikâyeler yazmaya başladı. Aslı astarı yok tabii. Neyse bu böyle yalandan yok efendim ‘şöyle bakıştık’, ‘böyle süzüştük’ falan derken, bir gün kız başka sınıftan biriyle çıkmaya başladı ama nasıl ateşli bir ilişki, orta yerde öpüşmeler, koklaşmalar falan, bizimki göt oldu tabii. Bu noktada bizim arkadaş aşağılık kompleksi olan her insanın yapabileceği tek şeyi yaptı, kıza ve erkek arkadaşına bok atmaya başladı. Yok ‘bu kız senede yirmi kişiyle çıkıyormuş’, ‘adamın mezhebi genişmiş’ falan, ortalarda bu ikisinin arkasından atıp tutuyor. Çocuğun mezhebini bilmiyorum ama omuzları harbiden genişti. Bir gün okul çıkışı gelip, “Benim arkamdan sen mi konuşuyorsun lan?” dedi. Sonrasını isterseniz detaylı olarak anlatmayayım. Sanki o buselerin çocuğu, yumuşak dokunuşların romantik adamı gitmiş, yerine fanatik bir Ankaragücü taraftarı gelmişti. Bizim arkadaşın dili morardı, o kadarını söyleyeyim gerisini siz anlayın. Ben böyle enteresan bir dayak görmedim hayatımda. Dışarıdan bakınca bir şey yok gibi ama giysilerin altında kalan her yer mor. Öyle teknik bir sopa çekti adam. Bizimki dayaktan sonra hem kızdan hem de adamdan ikişer kere özür diledi. Sonra da arkadaş oldular, bizimki yalaka yalaka dolanmaya başladı bunun etrafında.

Bizim uluslararası ilişkiler de aynen böyle. Nasıl bir ezilmişlik duygusu varsa artık içlerinde, önce gözlerinde büyütüp bin bir türlü yalakalık yapma, sonra karşı taraf siktiri çekince bir atarlanma, delikanlılık pozları, ortalığı ateşe vermeler. Son olarak da kendi yaktıkları ateşte kendi kıçları yanınca özür dileyip alttan almalar, bilmem kimle üçüncü kuşaktan akraba çıkmaya çalışmalar. Neden normal insanlar gibi ilişki kuramıyorsunuz ki siz? Yalakalaık yapmakla ana avrat küfretmenin arasını niye tutturamıyorsunuz? Neden bir şeye de diğer insanlar gibi çalışarak, emek harcayarak ulaşmaya çalışmıyorsunuz?

Nobel Ödülüne yanaşmak için Bob Dylan’la akraba çıkmaya çalışana kadar Fazıl Say’ı görsene burnunun dibindeki. Yaşadığımız dönemin önemli bestecilerinden biri ama senin haberin bile yok. Bu ülkenin en iyi romancılarından biri daracık bir ranzada tutsak yatıyor. Senin yaşadığın ülkede Aslı Erdoğan’a su verilip verilmediği tartışılıyor. Su diyorum bak. Bugün suyunu kediyle, köpekle, kurtla, kuşla paylaşmayanı doğrudan insanlıktan çıkartıyorlar.

Sen dünyanın en iyi edebiyatçılarından birisine su vermeyen bir ülkenin vatandaşısın. Sen insanlıkla, adaletle, doğrulukla, kendi vicdanınla bile akrabalığını kaybetmişsin, Bob Dylan’la akraba çıksan ne olur çıkmasan ne olur.

Uyarı: Sitede yer alan yazı, haber, görsel ve diğer tüm içerik kurgudur.

Burak Kaya hakkında
Müzisyen, yazar.