Castro, Küba, Devrim

Fidel Castro’nun ölümüyle birlikte ülkemizdeki bütün Küba uzmanları konuşmaya başladı. Ben de bu arkadaşlar gibi her konuda uzman olsam da bu topa girmemeye karar verdiydim.

Castro’ya karşı öne sürülen görüşler, ülkesinde bir diktatörlüğün egemen olduğu, insan hakları ve özgürlüklerin kısıtlı olduğu, ülkede adalet olsa da bu adaletin ancak yoksulluğun eşit olarak paylaşılabilmesine yaradığı yönünde. Bana sorarsanız eksikleriyle birlikte bu görüşler gene de tartışmaya değerdi. Ancak bazı kişiler yukarıdaki görüşleri aşan bir saldırganlık içinde Fidel Castro’yla Erdoğan’ı kıyaslamaya kalkınca ben de bu tür sokak dalaşlarını sevdiğimden ayakkaplarımı ayağıma geçirip sokağa inmeye karar verdim.

Şimdi “orada demokrasi yoh” demeden önce Küba’nın yakın tarihine bakalım. 1950’li yıllarda Küba’nın başında Batista denen ABD’nin beslemesi zalim bir diktatör vardı. Zimmetine büyük miktarda para geçiren, ABD destekli bu hıyar cücüğü, ABD’nin Küba’yı fuhuş ve kumar merkezi haline getirmesine göz yummuştu. Sefalet ve zenginlik iç içeydi. Küba, mafya ve her türlü pisliğe uygun yaşam koşulları sağlayan bir bataklığa dönmüştü.

1953 yılında Castro ve yüze yakın arkadaşı Batista rejimine karşı ayaklanarak Moncada Kışlasına bir baskın düzenlediler. Savaşçıların çoğu öldürüldü, Castro gibi hayatta kalabilenler ise uzun süreli hapis cezaları aldılar. Fidel Castro da 15 yıl hapis cezası aldı ancak yaklaşık iki yıl sonra politik baskılara dayanamayan Batista rejimi Castro kardeşleri serbest bırakarak Meksika’ya sürgün etti. Meksika’da Ernesto Che Guevara gibi başka kişilerle de tanışan Castro kardeşler burada askeri eğitim alma olanağı buldular.

Castro, 1956’da yüz kişilik bir gerilla grubu halinde Granma teknesiyle yeniden Küba’ya çıktı ancak Küba’da buluşmayı tasarladıkları diğer grupla birleşemeyip Sierra Maestra Dağına yöneldiler. Kendilerini fark eden Batista rejiminin düzenlediği hava saldırılarında gerillaların büyük bölümü öldü. On beş kişi kadar kalmışlardı. Küçük gruplara ayrılıp dağda izlerini kaybettirmeye çalıştılar. Bir süre sonra civardaki köylülerin yardımıyla bir araya gelen on iki gerilla arasında Fidel Castro, Raul Castro ve Che Guevara da vardı. Zaman içinde savaşçı sayısını artıran Castro, iki yüz kişilik askerle Batista’nın büyük ordusuna karşı saldırılar düzenlemeye başladı. Kendilerine karşı Batista askerilerinin düzenlediği Verano Operasyonunu geri püskürttü.

Castro ve arkadaşları bu dönem içinde birçok cephede savaştılar, daha sonra kentlerdeki direnişçilerle birleşerek şehirleri de ele geçirmeye başlayınca Batista korkarak ülkesini terk etti. Gerilla liderleri ve son olarak da 6 Ocak’ta Castro Havana’ya gelerek yönetimi devraldı. Batista’nın gitmesi bir son değil başlangıçtı. Devrim yeni başlıyordu. Che Gueavara, Fidel Castro ve silah arkadaşları dünyayı kasıp kavuracak, ABD’yi bir değil on değil yüzlerce kez yenecek, Asya’nın, Afrika’nın, Latin Amerika’nın dağlarında başlayacak direnişin fitillerini ateşlemişti. Castro o tarihten başlayarak tüm dünyada direnenler için umudun simgesi oldu. Olmaya da devam ediyor.

Castro ve arkadaşları ilk iş olarak genelevleri ve kumarhaneleri kapattı. Çok sayıda şirketi kamulaştırdı ve toprak reformu yaparak köylülere toprak dağıttı. Toprak reformuyla kırk hektardan büyük olan arazileri halk çiftliklerine dönüştürerek toprağı yeniden halkın malı haline getirdi. Toprak reformuna gösterilen tepkiler üzerine bir süre görevi bıraksa da halkın desteğiyle yeniden göreve geldi. Küba’daki kumarhane ve genelevler gibi pek çok farklı işletmenin sahibi olan Amerikalılar, Castro yönetimiyle adadaki gücünü kaybetmeye başlayınca, ABD açıktan ve gizli operasyonlarla Küba’ya saldırmaya başladı.

CIA’nın Küba’da Fidel Castro’yu devirmeye yönelik girişimlerini ayrıntılarıyla yazmaya kalksam bu yazı bitmez. Ancak satırbaşlarıyla verelim ki bazı kişilerin hakkında ileri geri konuşmaya başladığı Castro’nun kim olduğu daha bir belli olsun.

  • Küba Uçaklarına Saldırı: 15 Nisan 1961’de CIA tarafından donatılan ve Küba kuvvetlerini yanıltmak için Küba Hava Kuvvetleri renklerine boyanan sekiz adet Invader bombardıman uçağı Havana ve Santiago de Cuba’daki havaalanlarında yer alan Küba uçaklarına saldırarak uçakların zarar görmesine neden oldu. ABD saldırılarla hiçbir ilgisi olmadığını söylese de saldırgan uçakların ABD’nin Miami’deki askeri havaalanından kalkış görüntüleri ortaya çıkınca geri adım attı.
  • Domuzlar Körfezi Çıkarması: ABD, 1961 yılında sürgündeki Kübalıları bir araya getirerek Küba’daki yönetimi devirmek üzere bir askeri çıkarma yapmaya karar verdi. 17 Nisan gecesi CIA’nın iki adet çıkarma gemisi Küba’nın güney sahilindeki Domuzlar Körfezine girdi. Gemilerde CIA subayları, balıkadamlar, bomba uzmanları, 1.300 kişilik silahlı Kübalı sürgün asker, cephanelik, ağır silahlar ve tanklar bulunuyordu. Küba askeri güçleri günler süren ve pek çok askerin ölümüne neden olan yoğun çarpışmalar sonunda CIA destekli sürgün askerlerini bozguna uğrattı ve CIA destekli düşman askerlerinin büyük çoğunluğunu da esir aldı.
  • Mongoose Operasyonu: Domuzlar Körfezi Çıkarmasının başarısızlıkla sonuçlanmasından sonra 30 Kasım 1961’de Küba’daki Fidel Castro yönetimine karşı örtülü saldırılara ABD Başkanı Kennedy tarafından onay verildi. Operasyon kapsamında birbirinden farklı otuzun üzerinde plan hayata geçirilerek Castro yönetiminin ve ülke ekonomisinin çökertilmesi amaçlandı. Bu planlar arasında:
    • Terör eylemleri,
    • Adadaki ürünlerin biyolojik ve kimyasal olarak tahrip edilmesi,
    • Küba kıyılarının mayınlanması,
    • Fidel Castro’ya suikast planlanması gibi maddeler vardı.
  • Cubana Uçağının Patlatılması: CIA ajanı olan Luis Posada Carriles tarafından 6 Ekim 1976 tarihinde 455 sayılı Barbados – Jamaika seferini yapan Cubana uçağı terörist bir saldırıyla havada patlatılarak içindeki 73 yolcu öldürüldü.
  • Füze Krizi: ABD, ürettiği nükleer füzelerin Fransa tarafından ülkesine sokulmasının kabul edilmemesi üzerine, füzelerin ülkesine yerleştirilmesini Türkiye ve İtalya’ya teklif etti. Eğer başta İsmet İnönü gibi bir devlet adamı olsa büyük olasılıkla bu füzeleri ülkesine sokmazdı ancak Türkiye’nin demokrat ve özgürlükçü Menderes Hükümeti başka ülkelerin sınırlarına sokmadıkları bu füzelerin üzerine atladı. Her bir nükleer başlığın Hiroşima’ya atılan bombanın yüz katından bile daha güçlü olduğu düşünülürse Türkiye’nin nasıl bir pisliğe alet edildiği daha fazla anlaşılabilir. Sadece Menderes Hükümeti değil, onları deviren büyük 27 Mayıs devrimcileri de henüz darbeyi yaptıklarından birkaç gün sonra 1 Haziran 1960’da teknik anlaşmayı imzalayıp, Sovyetler Birliği’ni tehdit eden füzeleri Çiğli’ye kondurmakta hiçbir sakınca görmediler. Küba ABD’nin baskısı altında Sovyetler Birliği’nin Küba’ya füze yerleştirmesi teklifini kabul etmek zorunda kaldı. ABD, Küba’yı denizden de ablukaya alan son derece sert bir ambargo uygulamaya başladı. Büyük bir kriz yaşandı ve 1962’de bir nükleer savaşın eşiğinden dönüldü.

Bu satır başları bile Castro’nun ülkesini ne koşullar altında yönetmeye çalıştığını gösteriyor. 600’den fazla suikast girişimine uğramış, bunların bazısını tedbirli davranarak bazısını da tesadüfen atlatmış bir lider Castro. Serdar Ortaç’ın “Evde sekiz yüz tane bestem var” demesi gibi bir şey değil bak, bu suikast girişimlerinin tümü CIA tarafından organize edilmiş ciddi saldırılar.

Eğer sınırları serbest hale getirsen içerisi CIA ajanı dolacak bir ülke Küba. Bırak dışarıdakileri sokaktaki insanlardan bile CIA ajanı mı diye kuşku duyulurken, oturduğun yerde “Ama demohrasi yok” buyurmak çok kolay.

Önceki ve şimdiki ABD Başkanları hep diyor ki “Biz yıllardır Küba’ya demokrasi getirmek için uğraşıyoruz” Hastirin gidin lan. Ne zaman Küba ile demokrasi adını bir arada görsem aklıma CIA ajanlarının Küba’daki oyunları geliyor. ABD bir yere saldırmaya karar verdi mi, ilk ettiği laf “Falanca yerde demokrasi yok” oluyor. Irak’ta, Suriye’de, Libya’da, Afrika’daki bütün kanlı darbelerin kılıfı hep demokrasi ve insan hakları. Arkadaş sen bir ülkeyi kumar batağı ve mafyanın cenneti haline getirmişsin, demokrasiyle, insan haklarıyla zerre ilgisi olmayan faşist bir diktatörü yıllarca beslemişsin, Castro iktidara gelince mi aklına geldi ilk kez demokrasi sözcüğü.

21 Aralık 1962 tarihinde Fidel Castro ile ABD’li avukat James B. Donovan arasında esirlere dair bir anlaşma imzalanıyor. 53 milyon dolar değerindeki gıda ve ilaç karşılığında Domuzlar Körfezi çıkarmasında Küba’nın yakaladığı 1113 savaş esirinin salıverilmesi için imza atıyor Castro. Senin diktatör dediğin adam kendi halkına saldıran hainleri, bunu bir kez daha yapacaklarını bilmesine karşın ilaç ve gıda karşılığı serbest bırakıyor. Anlıyor musun lan? Halkını değil, umudunu değil, inancını değil, silahını da değil, esirlerini sattı Castro. Halkına ilaç alabilmek için arkadaşlarının kanını akıtan insanları serbest bıraktı. Uygulanan ambargo yüzünden halkına ilaç alabilmek için elindeki esirleri satan kişiye diktatör demek isteyen buyursun desin.

Şimdi sen Küba’ya yoksul diyorsun ama adaya uygulanan ambargoyu es geçiyorsun. Küba ürettiği şeker pancarını Amerika’ya satarak ayakta dururken, ambargo ile ABD bir anda şeker ve diğer ürünlerin ticaretini yasaklayınca Küba ekonomisi çökmenin eşiğine geldi. Bu ambargoyu bazıları anlayamamış olabilir. Bu öyle hafif bir ticari tedbir falan değil. Ambargo, Küba’yla iş yapan firmaları kara listeye ekleyen ve dünyanın hiçbir ülkesiyle ekonomik bir bağ kuramaması için dünyadan Küba’yı tümüyle izole etmenin adıdır. Öyle bir abluka ki yanaşan gemiler, turistik seyahat yapanlar herkes CIA tarafından takip ediliyor ve Küba’nın bir ada ülkesi olarak dünyayla bağı kesiliyordu. Küba bu dönemde Sovyetler Birliği’ne satışlarını artırıp destekler alarak ayakta kalmak için büyük çaba harcadı.

Levent Gültekin şöyle soruyor “Erdoğan için yolsuzluk iddiaları olmasa, saraylarda yaşamasa, halkını düşünen bir lider olsa, o zaman bile muhalifleri içeri atmasına ses etmeyecek miyiz?” Bu söz aslında şu kapıya çıkıyor: Yolsuzluklar olmasa, biraz halkını düşünse, kimseyi de kayırmasa Erdoğan da Castro gibi olur. Oğlum bu ne mantıksız bir düşünme tarzı lan. Bu maddeler olsa kendisi de gazeteci olarak Cem Küçük’le aynı olabilir. Ne bileyim o koşullarda ben de Madonna olurum belki.

Gültekin, Küba gezisi yazısında Kübalı kadınların yarısına yakını için hayat kadını diyor. Dost da olsa bunu söylemek zorundayım, bu cümle yanlış değil, alçakça bir iftiradır. Bütün kapitalistlerin ortak söylemidir bu. Sosyalizm sonrası yoksul ülkelere gidip de Rusya’da Nataşa, Küba’da falanca muhabbeti duyup sosyalizmin ahlaksız bir ideoloji olduğunu sanmak çok büyük bir körlüktür. Bir ülke yoksullaşırsa oradaki seks işçisinin sayısı artar, bu doğru. Ancak böylesi bir durumu abartarak ülkedeki tüm kadınları aşağılamak, böylesi bir yalanı yazıya almak, bir halka bu kadar açıkça hakaret etmek ayıptır. Castro elbette farklı bir Küba hayali kurmuştu. Ancak ABD ve CIA’nın baskıları onun elindeki olanakları azalttı. Halkını yoksulluktan kurtaramadı, daha özgür bir yaşamı kuramadı. Özgür bir basın ve muhalif düşüncelere gelişme ortamı yaratılamadı. Bunun tek sorumlusu Castro mu? Kapitalizmin gizli oyunlarla kendisine karşı hiçbir hamleye yaşam şansı tanımıyor olmasının hiç mi etkisi yok bunda? Doğruya doğru. Belki ben de orada yaşıyor olsam daha fazla özgürlük için ülkeden kaçabilirdim. Ancak bu durum sosyalizmin yaşayan tek umudu Küba’yı karalamak için gerekçe olmamalı. Hele ki böyle alçakça bir iftiraya hiçbir zaman başvurulmamalı.

İşin bir de gerçekler tarafı var. Bu kadar eleştirilen Küba, Türkiye’den pek çok alanda daha iyi durumda. 2013 verileriyle The Economist Intelligence Unit tarafından hazırlanan yaşam kalitesi endeksine bakalım. Bir ülkedeki bireylerin yaşam kalitesi, aşağıdaki maddeler üzerinden puanlanmış:

1. Sağlık: Ortalama yaşam süresi
2. Aile Hayatı: Boşanma oranları
3. Toplumsal Yaşam
4. Ekonomik durum: Kişi başına düşen gayri safi milli hasıla göz önüne alınmıştır.
5. Siyasi düzen ve güvenlik
6. İklim ve coğrafya
7. İş güvenliği: İşsizlik oranları
8. Siyasi Özgürlükler
9. Cinsel eşitlik

Bak bu sıralamada özgürlük de var, demokrasi de var, sağlık da diğer konular da var. İsviçre’nin 8,22 puanla 1. sırada yer aldığı bu listede Küba 6,39 puanla 40. sırada yer alıyor. Türkiye ise 5,95 ile 51. sırada. Yani o kadar atıp tutmaya, CIA ajanlarının baskısı ve yoğun ambargo altındaki yıllara rağmen adam senden daha iyi performans göstermiş lan.

Levent Gültekin burada durmuyor, Erdoğan ile Castro kıyaslamasına şöyle devam ediyor. Diyor ki “Erdoğan damadını bakan yapınca kızıyoruz da Castro kardeşine ülke yönetimini teslim edince niye ses etmiyoruz?”

Bu kadar cehalet ancak tahsille mümkün olabilir. Lan oğlum Küba Devrimini azıcık okusan “Castro kardeşler” dendiğini göreceksin. Raul Castro dediğin adam daha 1953 yılındaki Moncada Kışlası baskınına katılmış gerilladır. Küba Devrimin en önemli komutanlarından biridir. Çıkartmada ölenlerin ardından Sierra Maestra dağında kalan on iki gerilladan biridir Raul Castro. Onunla ilgili söylenebilecek tek söz, bu kadar emeğine karşılık, bu kişinin neden bugüne kadar bu kadar geri planda kaldığı olabilir. Ne diyelim, Ülker Bayiliğinden iktidara yükselen birini Küba Dağlarında halkıyla birlikte savaşıp diktatörü devirerek iktidara gelen Castro’yla kıyaslayan Gültekin’in Raul Castro’yu da damat Albayrak ile kıyaslaması normaldir.

Ayrıca Küba’da bilişim olanakları zayıf da olsa Gültekin’in verdiği oranlar doğru değil. Bilgisayar sahipliği oranı Gültekin’in verdiğinin iki katından daha yüksek. O % 3 diyor, benim baktığım 2008 verisi ise % 5,62. Bundan daha yeni bir veri bulamadım ama bilgisayar sahiplik oranı daha sonraki yıllarda da 2000 ile 2008 arasındaki hızda artmışsa bugün % 10’un da üzerinde olabilir. İnternet erişimi nüfusun % 31’i oranında ve içerik kısıtlı, yani sansür var. Geniş bant çalışmaları 2016’da başlamış. Türkiye’de bu oran % 53. Ama biz de çok özgürüz. Bizde çocuklar ölüyor, tecavüze uğruyor, sonra da Twitter’da ‘iyi oldu’ diye yazılabiliyor mesela.

Şimdi Levent Gültekin’in yazısına dayanak ettiği anısına gelelim. Bu anıyı iki farklı Küba yazısında nasıl anlatıyor bir bakın.

8 Nisan 2014’teki Küba İzlenimlerim yazısında şöyle yazıyor Gültekin: “Kaldığımız otelde geceleri temizlik ve ikram hizmetinde çalışan 30 yaşlarında bir gençle tanıştım. Telefonumu eline alıp “Ben doktor olmama rağmen hayatım boyunca böyle bir telefon alamam” deyince çok şaşırdım. Öğrendim ki doktorluktan aldığı aylık maaş 20 dolar. 30 dolar da ayda 15 gün geceleri sabaha kadar çalıştığı bu otelden alıyormuş.

Dehşete düştüm…

Sosyalizm insanları eşitlemiş. Bu su götürmez bir gerçek. Fakat yoksullukta değil de bu eşitlik insan gibi yaşamda sağlanaydı iyiydi.”

Diken’deki 27 Kasım tarihli yazısında ise şöyle yazıyor: “Küba’da kaldığımız evden ayrılırken bize hizmet eden garsona, arkadaşım 100 dolar bahşiş verdi. O çocuğun yüzünü görmeliydiniz.

“Niçin bu kadar şaşırdın?” diye sordum “Ben doktorum, aylık 20 dolar maaş alıyorum. Akşamları buraya gelip size hizmet ediyorum. Ay sonunda 30 dolar da buradan alıyorum, 100 dolar benim için çok büyük rakam” dedi.

Ülkedeki yoksulluğun boyutunu görüp ve bu çocuğun söylediğini duyunca “Eşitliği yoksullukta sağlamışlar” demiştim.

Bakalım seneye ne hale gelecek bu anı. Bence yaz ayları için renkli gözlüğüne bakıp küçük dilini yutan bir versiyonu yazılabilir mesela. Ya da “ayakkabımızın markasını görünce mosmor oldu” türünden alaycı bir yazı da olabilir.

Elbette Levent Gültekin ve saz arkadaşları kapitalist bir topluluk halinde sağda solda yüzer dolar bahşişler dağıtarak gezebilir, kimse de buna karışamaz ancak verdiği yüksek bahşişlere şaşıran insanlar hakkında yazılar yazmanın çok iyi bir davranış olmadığını da belirtmek durumundayım. Ayrıca yüksek bahşiş alınca şaşırmak kadar da doğal bir şey olamaz. Aslında adamın şaşırdığı şey biraz da karşısındakinin görgüsüzlüğü. Bana sorarsanız, asıl paraya tapanlar yüksek bahşiş alanlar değil de verenler. Hadi verdin diyelim, orada adama bir şey söylemeyip de akşamları garsonluk yapan bir doktorun ardından ‘yüz doları alınca sevinçten götü tavana vurdu’ diye bir yazı yazmak normal midir? Ülkesindeki mülteci kamplarında cinsel ilişki kurmak üzere 15 TL’ye Suriyeli kadınların, 10 TL’ye de çocukların satıldığı, günlük 15 liraya sosyal güvencesiz olarak işçilerin çalıştığı bir ülkede sağa sola yüz dolarlık bahşişler dağıtmak, sonra da bunun üzerinden ülke analizleri yapmak bana çok da sağlıklı bir hareketmiş gibi gelmiyor.

Neyse, isteyen istediği kadar kara çalsın, Küba Devrimi, üzerinden yarım asır geçse de ezilen halklar için umut ışığı olmaya devam ediyor. Kim ne derse desin, bundan tam elli yıl önce Sierra Maestra dağında, Castro ve arkadaşlarının on iki kişiyle yaktıkları ateş bugün dünyanın bin ayrı yerinde hâlâ yanıyor.

Fidel Castro bir kahramana yaraşır şekilde halkı ve tüm dünyadaki devrimciler tarafından uğurlanacak.

Güle güle sevgili Fidel Castro!

Uyarı: Sitede yer alan yazı, haber, görsel ve diğer tüm içerik kurgudur.

Burak Kaya hakkında
Müzisyen, yazar.

1 Comment

  1. Teşekkürler. Levent Bey’in yazısıyla ilgili yaptığınız tespitler harika. Murat Sevinç ve sizin yazdığınız yazıyla aklımda soru kalmadı. İnsan demek ki nerden görmek istiyorsa öyle anlıyor. Bahşiş konusu çok komik gerçekten. 100$ bahşiş sanki Türkiye’de normalmiş gibi..

Yorumlar kapatıldı.